|
|
Tartışmaları
Eski - Yeni Kavgası
Kemal Ahmet Olayı
Burjuva Oldu Suçlamasına Karşı
"Sol" Geçinen Delikanlılara Karşı
Milliyetçi Suçlamasına Karşı
"Tenkit için, 'kıskançlık ilmidir' diyen Brunétiere, yalnız kendi memleketinde haklı olabilir.
"Bu sözün Türkiye'de de aynı doğrulukla tatbik edilebilmesi için şöyle düzeltilmesi lazım gelir : Tenkit bizde sadece kıskançlıktır.
"Tenkit bizde o kadar kıskançlıktır ki hıncını alamayınca intihar etmiştir." (Tan, 12 Haziran 1935)
Beş gün sonra Orhan Selim, "Tan"daki "Ben Münekkitten Yanayım!" başlıklı yazısında şöyle sözler ediyordu :
"Münekkitten sakınanların büyük bir çokluğu, sırtlarındaki ile kendileri bile geçinemeyecek kadar entipüften, sabun köpüğünden, kuru kalabalık lafügüzaftan bir yük taşıyanlardır. Yaptığı işe güvenen artist, ideolog münekkitten çekinmez. Çekinmeyince de münekkide çatmaz. Çünkü çatmak, saldırmakla korkmak çok yerde bir tek duygunun iki ayrı görünüşünden başka bir şey değildir. (...)
"Münekkidin ille de dogmatik olması gerek değildir. Münekkit de bizim gibi adamoğludur ve o da bir değişim, bir gelişim içindedir. Bundan dolayı dün beğendiğini yarın beğenmeyebilir. Bunu bir ilerleyiş yolu üstünde yapıyorsa ne mutlu ona.
"Şimdi bunları yazarken bizim biricik münekkit Nurullah Ataç aklıma geldi. Çünkü ona çatanlar onun bu yönünü tuttururlar.
"Ben kendi payıma münekkitten yanayım." (17 Haziran 1935)
İçki masalarından kulağına gelen sözlerin nereye varacağını sezen Nâzım Hikmet'in, daha önce davranıp başlattığı bu üstü kapalı saldırı yazılarına, sonunda Peyami Safa da, "Sürü Adamı" başlıklı, üstü kapalı bir saldırı yazısıyla yanıt verdi :
"Bir adam vardır ki, hiçbir düşüncesinde, hiçbir hareketinde, 'kendi kendisi' olamaz. Ne düşünse, ne yapsa, ne söylese kendini değil, mensup olduğu sosyeteyi, ırk, muhit ve dışardan aldığı telkinleri dile getirir.
"Kendiliğinden hiçbir şey bulmamıştır. Başka birinin sisteminden aldığı fikirleri ve akideleri o sistemin sahibinden daha softaca müdafaa eder. (...)
"Artık ölünceye kadar hiçbir realitenin mili, onun yabancı bir telkinle perdelenmiş gözünü açamayacaktır. Hayatın her şeyi her gün değiştiği halde, o, sakallı feylesofundan yahut iktisatçı şeyhinden bellediği, hiç değişmeyen birkaç ayet içinde kalmaya mahkûm, ilerlediğini sanacak, yerinde sayacaktır.
"İçinde hep sürü insiyakları teptiği için şahsiyetten mahrum, insana en uzak insandır bu. Bir ferttir, fakat şahıs değildir. (...)
"Bu sürü adamlarının yüz bin tanesi bir tek şahsa muadil değildir. Nüfusunu gerçekten artırmak isteyen bir memleket, bunların sayısını azaltmakla işe başlamalı ve fertlerden değil, şahıslardan mürekkep bir sosyete kurmanın yoluna bakmalıdır." (Tan, 23 Haziran 1935)
Orhan Selim'in yanıtı hemen ertesi gün, gene "Tan"da çıkan, "Küçük Adam" başlıklı yazıyla geldi :
"Bir küçük, bir kısır, bir küçüklüğünden ve kısırlığından mustarip adam vardır. Bodur ve yemişsiz bir ağaç gibi yerinde mıhlı durur. Fakat kuru, cılız dalları çevresindeki bir iki metrelik yere önden, arkadan, sağdan, soldan, karmakarışık uzanmışlardır diye, sınırsız bir genişliğin, bitmeyen bir ilerlemenin içinde sanır kendini.
***
"Bir küçük, bir kısır, bir küçüklüğünden ve kısırlığından mustarip adam vardır. Omurgası çürümüş, sintinesi su eden eski bir gemicik gibi suları durgun bir limanın rıhtımına bağlanmıştır. Fakat kendini hareketsizliğe bağlayan zincirin her halkası ayrı ayrı düşünce iklimlerinden, karmakarışık getirildiği için kırık direklerine sarılı yırtık yelkenlerinde hür rüzgârların estiğini vehmeder. Bu vehim onun her şeyidir. Bu vehmini kaybettiği gün, bağlandığı rıhtımın taşları dibindeki durgun suya bir daha hatırlanmamak üzere gömüleceğini bilir. Oysaki onun en korktuğu şey, kendini hatırlatmamak, kendini gösterememek, unutulmaktır.
***
"Bir küçük, bir kısır, bir küçüklüğünden ve kısırlığından mustarip adam vardır. Gramofon plağına benzer. Yalnız şu farkla ki gramofon plağı içine doldurulan şarkıyı söylerken bunu ben kendiliğimden okuyorum diye düşünmez." (Tan, 24 Haziran 1935)
Gazetesindeki iki yazarın böyle alttan alta da olsa birbirlerini aşağılamalarından, "sakallı feylesofundan yahut iktisatçı şeyhinden bellediği" gibi sözlerle jurnalciliğe kadar varmalarından rahatsız olan Zekeriye Sertel, ikisini de ayrı ayrı odasına çağırıp konuşmak gereğini duydu, ayrıca başyazarlığını yaptığı akşam gazetesi "Son Posta"da da bu tür tartışmaları hoş karşılamadığını yazdı.
Bunun üzerine Peyami Safa, 26 Haziran 1935 tarihli "Tan"da, "Yine Zaruri Cevap" başlıklı bir yazı yayımladı :
"Bizde münakaşaların kavgaya ve fikrin küfre tereddi etmesinden ne kadar tiksindiğimi, bu sütundaki son fıkralarıma kadar birçok yazılarımda belirtmekten geri kalmadım. (...)
"Bir akşam gazetesindeki muharrir arkadaşımız, bu nevi münakaşalara karşı haklı memnuniyetsizliğini ilan ederken, muarızların birbirini jurnal etmeye kadar vardıklarını söylüyor.
"Bunu söylerken farkında değil ki, jurnalcilik isnat etmek suretiyle, bizzat kendisi iyi bulmadığı küfür ve kavga hududuna çoktan girmiştir. (...)
"Ben bu sütunlarda kapalı geçen ve aynı gazetenin sayfalarında yakışıksız duran meselenin bütün safhalarını mensup olduğum bir haftalık gazetede teşrih etmek kararı ile, o akşam gazetesindeki arkadaşa da cevap vermeyeceğim. (...)
"Herhalde bu mesele dibine kadar aydınlığa kavuşacağı yeri ve zamanı pek yakında bulacaktır."
Böylece "Tan"da kapalı geçen tartışmanın, açığa vurularak Peyami Safa'nın kendisinin çıkarmakta olduğu "Hafta" gazetesine taşınacağı duyurulmuş oluyordu.
O yıllarda tartışma yazıları özellikle okur çekmek için kullanılırdı. Bu tür yazılar, gergin bir hava yaratılabilirse, satışa çok yararlı olurdu. Hele gazete başyazarları kapıştılar mı, iki gazetenin satışı da birdenbire yükseliverirdi. Kimi ünlü köşe yazarlarının çalıştıklarından başka gazetelerde, takma adlarla, kendilerine karşı tartışma yazıları yazdıkları bile söylenirdi.
Peyami Safa için bu kaçırılacak fırsat değildi. Hem Orhan Selim'i bir yana itip doğrudan Nâzım Hikmet'e karşı yazacağı yazılarla, komünizm düşmanlarının, milliyetçilerin, nasyonal sosyalistlerin ilgisini kamçılayacak, hem solcuları gazetesini almak zorunda bırakacak, hem de uzun süredir içinde biriken öfkeyi kendi dergisinde, kimsenin denetimi, kısıtlaması altında olmadan istediği gibi ortaya vuracaktı.
"Biraz Aydınlık" ortak başlığıyla tam 7 hafta, üst üste 7 yazı yayımladı.
Birinci yazıda Nâzım Hikmet'i nasıl tanıdığını, nasıl savunduğunu, Güzel Sanatlar Birliği'nde nasıl şiirlerini okumasını sağladığını, romanlarından birini nasıl ona ithaf ettiğini anlatıyor, jurnal konusunda ise şöyle diyordu :
"Hem bizim Nâzım'ın bir tek jurnalcisi vardır ki o da kendisidir. Kellesine geçirdiği işçi takkesi, sırtına vurduğu ceket, düğmeleri çözük mintanından dışarı fırlayan isyankâr kıllar, ütüsüz pantolonu ve yıkık omuzla ve ayrık bacakla kendisine yedi kat yerin dibindeki maden ocaklarından açık havaya henüz çıkmış bir işçi edasını vererek tıkız ve gergin karınlı burjuvaların üstüne hamle eder gibi varda kosta yürüyüşü hep bir ağızdan 'Bu delikanlı Bolşeviktir bakınız, bakınız' diye avazları çıktığı kadar bağırıyorlar.
"Hey koca arslan! Esasen kendisi de mahkemede bunu açıkça söylememiş miydi? (...)
"Şöhretinin büyük bir kısmını (...) polisin takibine borçlu olan bu bolşevik fantoması, gazetelerde sık sık ismi geçmezse unutulacağını bilir ve rahatsız olur.
"Nâzım, fikirleri için değil, kendi istediği için takip edilmiştir." (Hafta, 8 Temmuz 1935)
"Biraz Aydınlık : 2" ise Nâzım Hikmet'in şairliğini, düşünce yapısını, komünistliğini küçümseyen bir yazıydı :
"İnkâr etmesinler, Nâzım'cağız şairdir. Fakat bütün materyalist iddialarının aksine gayet romantik, lirik, cıvık, hassas bir şairdir. Mısralarının dibindeki gözyaşı birikintilerini keşfetmek için su mühendisi olmak şart değildir, hemen her eserinde babayiğit rolüne çıkan bu tuluat kahramanı, kulis arasında ahlayıp oflayan, ağlamaklı ve içli bir aile çocuğu, bir ana kuzusudur. (...)
"Felsefesini, Karl Marks'ın berber ve kasap çıraklarına kadar kolayca öğretilen umumi fikirlerinden, estetiğini ve nazmını, artık her yerde, Rusya'da bile modadan düşmüş üslubunu ve şeklini Maikovsky isminde bir Rus şairinden olduğu gibi almıştır. (...)
"Nâzım'ın yakalanması, polis müdürlüğünü, kitaplarının ilanat acentesi olarak kullanmak istemesindendir. Çünkü Nâzım, su katılmamış burjuvadır. Ve en sahte tarafı, komünist tarafıdır." (Hafta, 15 Temmuz 1935)
Bu ikinci yazı üzerine "Yedigün" dergisinin 17 Temmuz 1935 tarihli sayısında, Naci Sadullah'ın Nâzım Hikmet'le yaptığı bir konuşma yayımlandı.
Naci Sadullah genç bir yazardı. Süreyya Paşa ile uzaktan bir akrabalığı vardı. Ailesine yergi yazan şairi dövmek için "Resimli Ay"a gitmiş, ama Nâzım Hikmet'le tanışıp konuşunca, ona hak vermişti. Böylece başlayan dostlukları, Naci Sadullah'ın röportaj yazarı olmaya yönelmesiyle kalem arkadaşlığına dönüşmüştü. Aslında Naci'yi bu işe yüreklendiren Nâzım'dı. Peyami Safa'nın saldırısına karşı onun aracılığını seçmesi de, çok ilgi çekecek, çok okunacak bir röportaj yapmasına olanak sağlamak içindi.
Nâzım Hikmet bu konuşmada kendini savunmaya gerek duymadan, Peyami Safa'nın kişiliği üzerinde durmuştu :
"Peyami sosyal bakımdan şayan-ı dikkat ve arsıulusal bir tiptir. Çünkü onun sürülerle benzerine, sade Türkiye'de değil, birçok büyük Avrupa şehirlerinde de rastlanır. Ve onlar, Peyami ve benzerleri, sosyal temelleri çürümüş bir cins küçük burjuva münevverliğinin marka malı olmuş öyle numuneleridir ki ideoloji bakımından karanlık bir çıkmaz içinde çırpınır dururlar. (...)
"Mütereddi [soysuzlaşmış] küçük burjuva münevverliğinin en dikkate değer hususiyetlerinden birisi, nazariyede dehşetli reybi [şüpheci] ve septik görünmeleridir. Fakat bunlar hayatta nazariyedeki reybiliklerine rağmen maddi çıkarları mevzubahs olunca çok pratiktirler ve böylelikle de yaşayışlarında hayli derin tezatlara düşerler. (...)
"Herhangi bir fikre taassupla bağlanmanın, insanı bir sürü adamı haline soktuğunu söyleyen bu tip, mesela masonluk fikrine ve idealine kör bir taassup ve müthiş bir imanla bağlanmıştı ve bu bağlanışta o kadar ileri varmıştı ki, bir mason locasına girebilmek için üç defa eşik aşındırıp, üç defa reddedilmeyi bile göze almıştı. Ana akideleri malum, hudutları çizilmiş, nizamnamesi mazbut ve matbu olan Maşrık-ı Âzam ideolojisine bu kadar taassupla bağlanmak, onun azası olmak idealini bu kadar benimsemek, sürüye istida verip, sürü adamı olmak istemek değildir de nedir? Ve şimdi sorarım sana, bu tipin nazariyesiyle pratiği, yani düşüncesiyle hareketi arasındaki tezat, masonluktan bir maddi çıkar ummasından başka neye atfedilebilir? (...)
"Mütereddi küçük burjuva münevverlerinin karakter hususiyetleri saymakla tükenir soyundan değildir. (...)
"Onlar şöhret ihtiraslarını ve maddi refahlarını doyurmak uğrunda en aşağılık vasıtalara başvurmaktan çekinmezler.
"Nitekim tetkik ettiğimiz bu tip (...) bugün yanında çalıştığı bir başmuharrirden sitayişle bahsediyor. Fakat az aşağıda aynı muharririn mazisini, onun vaktiyle çıkardığı mecmua için şu satırları yazarak jurnal ediyor :
"'Resimli Ay, putları yıkıyoruz serisi altında, nasyonalistlere taarruza başladı!'"
Konuşmanın sonuna doğru Nâzım Hikmet de Naci Sadullah'a bir soru soruyordu :
"Dünyanın hangi yerinde ve hangi polisi insanı kasketi, ceketi, göğsü, pantolonu ve bacakları için takip eder?"
Naci Sadullah ise bu garip soruya yanıt bile aramadan, şairin "her şeyden önce sade kılığıyla" bu sözleri "tekzip" ettiğini belirtiyordu.
Beş gün sonra, 22 Temmuz 1935 tarihli "Hafta"da yayımlanan "Biraz Aydınlık : 3" başlıklı yazı, bu konuşmaya yanıt niteliğindeydi. Nâzım Hikmet'in söyledikleri için, "hiçbir sosyoloji, bu herzeyi yumurtlamaz. Hiçbir objektif ilim kitabı, bu kaldırım politikacısı ağzını kullanmaz. İlim namına savrulan bu palavra, adi propaganda kitaplarında bile yer bulmaz olmuştur," diyen Peyami Safa, çeşitli konularda birtakım açıklamalar yapıyordu :
"Bir zamanlar bolşevik Rusya'da komünist olmayan herkese mütereddi burjuva, pis burjuva diye hücum etmek âdet olmuştu. (...) Bolşevik Rusya'da bile bu tarz hücum artık ayıp sayılıyor. Sovyet ihtilalinin burjuva medeniyetine neler borçlu olduğunu ve mütereddi burjuva ithamının manasızlığını anlatmak için orada inkılap şefleri tarafından kitaplar yazılmıştır. (...)
"Bundan 9 sene kadar evvel, yani ilk gençliğimde, akrabam ve dostlarım arasında bulunan bazı masonların ısrarı üzerine mason olmayı düşünmemiş değildim. Bilhassa ahlaki prensipleri beni biraz cezbeder gibi olmuştu. Fakat masonlar benimle resmi temasa girerek 'tabiat, ahlak, yaratılış' hakkında fikirlerimi sormaya karar verince, zannederim ki verdiğim cevapla onların akideleri arasında bir fark zuhur etti ve bende mason olmak kabiliyeti görmemiş olacaklar ki, müracaatıma cevap vermediler.
"Üç defa eşik aşındırarak, üç defa reddedildiğim yalandır. (...)
"Ben ki 18 seneden beri bir hafta bile tatil yapmadan, yalnız kalemiyle hayatını kazanmış bir muharririm. (...)
"İsmail Sefa'nın sürgünde öldüğü zamandan, yani iki yaşımdan son zamanlara kadar, necip, çünkü minnetsiz, fakat sırasına göre korkunç bir zaruret içinde büyüdüm. Gene de kalemimden başka hiçbir şeye, hiçbir kimseye müracaat etmedim.
"İşte Türkiye'nin en alnı açık evladından birine, boyu sırık gibi oluncaya kadar aile kucağında dandini bebek gibi hoplatıla hoplatıla büyütülen bu paşa torunu, bu bolşevik züppesi, kellesine yalancı bir amele kasketi taklidi oturtarak siyasi namussuzluk isnadına kalkıyor. (...)
"İlk zamanlar halk gibi ben de onun fikirlerinde samimi olduğunu sanıyordum. Nitekim öyle olduğu için, kendisiyle aynı fikirde olmadığım halde, müdafaasını yapmak gafletinde bulundum. (...)
"Eğer başına kasket ve sırtına amele ceketi giyen adam lalettayin ve mazlum bir işçi ise, hiçbir polis onun peşine düşmez. Fakat bu adam, yazılarından mahkeme salonlarına kadar her yerde cici bolşevik süsünü göstermeye hevesli ve gençler arasında birkaç çömez avlamaya çıkmış propagandacı Nâzım Hikmet ise, kasketinin de, ot ceketinin de, yürüyüşünün de tesiri hesap edilir.
"Nitekim, bu tosun da aynı hesapladır ki, ayda 200 liradan fazla kıvırdığı zamanlar bile, soğan ekmekten başka aşı olmayan zavallı işçilerin kılıklarını benimseyerek sokak sokak dolaşıp durmuştur. Bilmemiştir ki 'tarihi maddecilik' bir ortaoyunu değildir. Ve Ayvaz rolüne çıkan açıkgöz paşa torununun bu numarasına ne milliyetperver Türk gençliği, ne de Türk işçisi kolay kolay aldanmayacaktır."
Naci Sadullah, 17 Temmuz 1935 tarihli "Yedigün"de, Nâzım Hikmet'le yaptığı konuşmanın bütününü yayımlayamamıştı. Kestiği bölümlerde genel olarak provokatörlerden, özel olarak da Peyami Safa'nın provokatörlüğünden söz ediliyordu. Nâzım'ın isteği üzerine, Naci Sadullah, "Yedigün"ün bir sonraki sayısında, 24 Temmuz 1935'te, bu bölümleri de yayımladı :
"Her yerde, irili ufaklı provokatörler, geniş manasıyla fitne fücurlar ve casuslar, bizim bu tetkik ettiğimiz tipin, Peyami Safa'nın benzerleri arasından çıkar. Eğer biz Peyami'nin bu tarafını ele alacak olursak, ben derim ki, Peyami bir ihtisas mahkemeleri kaçağı, mütereddi provokatördür. Ve bu mütereddi fitnenin maskesini alaşağı etmek, onun korkunç içyüzünü, bulaşık hastalıklar müzesindeki bir ibret levhası gibi ortaya çıkarmak zamanı gelmiştir.
"Ben bu işi parmaklarımın ucunda derin bir tiksinti duyarak yapacağım. Bunu yapmak, dostlarımı bu sinsi hastalığın şerrinden kurtarmak için lazımdır. (...)
"Onun düşüncelerini, görüşlerini ve bütün bir hayat akışını idare eden tek bir dümen vardır : Nefsi, nefs-i azizi, şahsi menfaati.
"Şimdi bu iddiamı ispat edeyim :
"Peyami'nin Babiâli Caddesi'ne düştüğü andan bugüne kadar geçen fikri hayatını tetkik edersek şunu görürüz : O boyuna sağ ve sol arasında bocalamıştır. Bir kapıya kapılandığı, cebi para gördüğü müddetçe sağa gitmiştir. Her kapılandığı kapıdan kovuluşunda, her maddi sıkıntıya düşüşünde sollaşmıştır. Fakat sağa gittiği zamanlar, sola karşı provokasyonlar tertip eden üstat, en sollaştığı vakitlerde bile, sağı kollayacak kadar kurnazlık göstermiştir. (...)
"Dostluğumuz sıralarında Peyami, maddi bir sıkıntı içindeydi. Bu maddi sıkıntı onu sola doğru itiyordu. Bu itiş, günün birinde öyle bir haddi buldu ki, Peyami şahsen bana : 'Ben senin hatırın için marksist olurum!' demekten çekinmedi. (...)
"Peyami'nin o kara günlerinde benimle yaptığı dostluk, 'hatır için marksist olmak' temayülleri, benim 'bir yere' sırtımı dayamış olduğumu tevehhüm etmesiyle [sanmasıyla] başlamıştı. Ve sonra, bana düşmanlığı da bu vehmin bir hakikat olmadığını anlamasıyla tebellür etti. İşte, bugüne kadar, Peyami'nin, bende affedemediği şey, onu böyle bir sukutu hayale düşürüşümdür. (...)
"Dostlara şu tavsiyede bulunmayı bir vazife bilirim :
"Üç kişi bir yerde oturmuş konuşuyorsunuz. Mevzuunuz havaların fena gittiğidir. Eğer karşıdan onun sökün ettiğini görürseniz, susun! Peyami geliyor!
"Bir matbaanın penceresi önünde duruyor, caddeye bakarak dertleşiyorsunuz. Eğer kaldırımın üstüne onun gölgesinin düştüğünü görürseniz, susun! Peyami geliyor!
"Bir meclistesiniz. Kapı açıldı. O içeri girdi, susun! Peyami geliyor!
"Babıâli Caddesi'ne düşen her gencin ilk öğrenmesi lazım gelen bir parola vardır : Susun, Peyami geliyor!"
29 Temmuz 1935 tarihli "Hafta"daki "Biraz Aydınlık : 4" başlıklı yazısında, Peyami Safa, bu ikinci konuşmayı alaya alan bir havaya girdi :
"Meğer Nâzım Hikmet'in benim için söyledikleri daha sonuna gelmemişmiş. Geçen hafta ikinci bir kısım lakırdılarını okudum. İtiraf ederim ki, ciddi mi konuşuyor, yoksa biraz geç de olsa içine düştüğü fikir açmazından sıyrılmak için işi latifeye dökmek mi istiyor? Anlayamadım. (...)
"Zavallı oğlan...
"Adeta sapıtmış, gözünün önünde fitneler, ihanetler, ihtilaller görüyor ve bir paranoyanın rüyasına benzeyen karmakarışık hayaletler içinde kıpkızıl bir iblis, bir yezit, bir mel'un : BEN, habire karşısına dikiliyorum. (...)
"Benim fitne çıkaran, tahrikât yapan bir (gülmeden yazamıyorum) Lavrens olduğumu ileri sürüyor. 'Susun, diyor, Peyami geliyor, susun.'
"Susun, ben geliyorum, çarparım ha!.. Nasıl çarparım, biliyor musunuz? Bütün konuştuklarınızı not ederim. Hükümete haber veririm. Papelleri cebime doldururum. Ananızı ağlatırım. Sağı sola katarım. Fitne koparırım. Topunuzu hapse sokarım.
"Bu çocukcağız bolşevik falan değildi. Buz gibi Türk dostu vatanperverdi. Hiçbir komünizm iddiasında bulunmamıştı. Onu fitleyen benim, ben... Türkiye Lavrensi, Kızıl Şeytan, Cingöz Recai, ben. (...)
"Billahi karşıma böyle bir zekâ ve şuur harabesi çıkacağını ummuyordum. Gene de bu sözleri Nâzım Hikmet'in söylediğine inanmam. Canım, nasıl olur. Biraz alık salıktır ama, benim bildiğim Nâzım bu kadar beyinsiz değildir. (...)
"Cingöz'den başka bütün eserlerimin işportaya düştüğünü ileri sürüyor. Bir hikâye kitabından başka hangisi acaba? (...)
"Hem sergiye düşmeyen hangi kitap var ki? Hemen bütün Türk ilmi ve Türk edebiyatı.
"Bir Türk münevveri olarak bunun azabını paylaşması gereken Nâzım Hikmet...
"Fakat neler söylüyorum? Nâzım Hikmet ne Türktür, ne münevverdir. Sadece gayri mesul bir adamdır."
Bir hafta sonraki "Biraz Aydınlık : 5"te, Peyami Safa, "bolşevik mankeni", "bolşevik yobazı", "sahte bir komünistin sahte bir mukallidi", "şöhret düşkünü, şöhret kapitalisti", "bolşevik züppesi", "bolşevik madrabazı" gibi birbirini izleyen tanımlamalarla, Nâzım Hikmet'in "kanlı biftekleri, ıstakozları, börekleri afiyetle" yiyen, "tam bir burjuva keyfi içinde" yaşayan bir adam olduğunu söylüyordu :
"Onun bir iki defa hapse girmiş olmasından başka bizi samimiyetine kandıran hiçbir jesti yoktur. Fakat Türk ihtilali içinde fikirlerinde samimi veya gayri samimi pek çok münevver hapse girip çıktı.
"Evvela ihtilal disiplini içinde bu kahramanlıktan ziyade, pek çoklarının başına gelen gayri ihtiyari bir zaruret olmuştur.
"Sonra bunların hiçbirisi Nâzım gibi geçirdikleri bu acı sergüzeşti bir istismar vesilesi yapmak istememişlerdir. Hususiyle şöhret ve nahvet [böbürlenme] lehine istismar.
"Nâzım Hikmet, şimdi tam bir burjuva keyfi içindeyken nice komünistler ne zamandan beri hapistedirler. Nâzım'ın bir fikirden çok, açıkça dönmekten utandığı bir iddianın inadı yüzünden çektiklerine herkesten çok fazla ben acı ve saygı duymuştum. (...)
"Onun bu eziyetini inkâr ve istihfaf edecek [küçümseyecek] değilim. Fakat karanlık bir odadaki zahmetini bize dehasının tasdiki şeklinde ödetmek isteyen bu açıkgözün kaba hilesine düşebilecek safları uyandırmak da nahvetin psikolojisini bilenlerin vazifesidir." (Hafta, 5 Ağustos 1935)
Peyami Safa 12 Ağustos 1935 tarihli "Hafta"da çıkan "Biraz Aydınlık : 6" başlıklı yazısında, Nâzım Hikmet'ten de öteye geçerek bütün komünist aydınları karşısına aldı :
"Bir komünist münevveri, bir komünist filozofu, bir komünist âlimi geçinmek istiyor musunuz? Kırk elli cümle ezberleyiniz ve yerine göre bunları şişiriniz elverir
"Mesela ahlaka dair şu cümle : 'Ahlak, sınıf menfaatlerinin bir neticesidir. Her şey sınıf içindir, proleterya ahlakının başka esası yoktur. İyi, sınıfın zaferini temin eden her şeydir, fena, onu mağlubiyete götüren her şeydir.'
"Sanata dair şu cümle :
"'Sınıf mücadelesi her yerde olduğu gibi sanata da girecektir. Sınıflı bir cemiyette bitaraf bir sanat ve edebiyat olamaz. Sanat ve edebiyat işçi sınıfının silahıdır.' (...)
"Böyle birkaç düstur daha belleyince, (...) bir komünist münevveri geçinmeniz mümkündür. (...)
"Ben bu küçük ve mevzu olan şahıs kadar basit bir polemikte böyle bir tenkide girecek değilim.
"Sadece demagojiye, ukalalığa, züppeliğe çok müsait bir akidenin bizde yetiştirdiği zıpır idealistlerin sahtekârlıkları üzerine bir kandil ışığı tutmak istedim. (...)
"Gelecek sayıda bu mevzuu layık olmadığı ehemmiyete kavuşmuş olmaktan geç bile olsa kurtararak seriyi bitireceğimizi sanıyorum."
19 Ağustos 1935 tarihli "Hafta"da çıkan "Biraz Aydınlık : 7" başlıklı son yazısında, Peyami Safa, tartışmanın bir özetini veriyor, kendi sözlerini sıralayıp şöyle diyordu :
"Nâzım Hikmet bütün bunlara, adeta beni dostça teyit etmek [doğrulamak] istiyormuş gibi kıt cevherinin ve düşük kalitesinin tam bir vesikası olan sözlerle cevap vermeye özendi. (...)
"Abes [boş] ithamlarının delillerini bulmaktan âciz kalınca aynı yavan lakırdıları, manzum bir lafazanlığın kuru kalıbına dökerek, Babıâli yokuşunda dükkân dükkân dolaştı, yazdığını önüne gelene okudu. (...)
"Tekrar ederim, evvelce kafasının ve yazılarının hışırlığında ısrar edenlere karşı müdafaasını yaptığım Nâzım Hikmet'in bu kadar mayasız, cevhersiz ve bomboş olduğunu ben bu polemiğe başlarken bilmiyordum. Bilseydim onu bu kadar silkelemeye lüzum görmezdim."
Nâzım Hikmet'in yazdığı 11-20 Temmuz 1935 tarihli "Bir Provokatör Üstünde Hiciv Denemeleri" başlıklı şiir dillerde dolaşmaya başlamıştı.
Yusuf Ziya Ortaç ile Orhan Seyfi Orhon, 1 Eylül 1935'te yayımlamaya başladıkları "Aydabir" dergisinin ilk sayısında, okurların merakla bekledikleri bu şiiri yayımladılar.
Ama dergide, nasıl olmuşsa, "Mason localarına üç defa başvurup / mason localarından üç defa kovulmayı" diye biten 17 satırlık bir bölüm atlanmıştı. Yusuf Ziya Ortaç özür dilerken, Nâzım Hikmet bu hatanın kendisine bütün yergilerini bir araya toplayıp Portreler adıyla bir kitap çıkarma düşüncesini verdiğini söyleyerek ona teşekkür ediyordu.
"Aydabir"in aynı sayısında Peyami Safa'nın da bir yazısı vardı. "Boyalı Cümle" başlıklı bu yazıda içinde hiçbir yeni düşünce bulunmayan boyalı yazılardan söz ediliyordu :
"Bu yazıların teşbih kalabalığı altında tek fikre tesadüf edemezsiniz. Mesela bu muharrir gaipten bir adamı kasdederek aleyhine sebepsiz veriştirir. Onu çürümüş yumurtaya, ham ayvaya, yelkeni patlamış gemiye, kaburgası çürümüş tekneye, ne bileyim, şimşek yutarak göbeği çatlayan bir leyleğe, daha bir şeylere, bir şeylere benzetmeye uğraşır. Bütün bu boyaların altındaki fikir küfürden başka bir şey değildir."
Peyami Safa'ya "Bir Provokatör Üstünde Hiciv Denemeleri"nin o sayıda yer alacağı önceden bildirilmiş olmalı. Yusuf Ziya Ortaç ile Orhan Seyfi Orhon tartışmada Nâzım Hikmet'i tuttukları için yayımlamış değillerdi şiirini. Amaçları okur çekmekti. Bu, herkes gibi, Peyami Safa'nın da bildiği bir şeydi. Onun için de dergi sahiplerinin tavrını yadırgamamıştı.
^ Yukarı | Devam >
|