|
|
Tartışmaları
Peyami Safa Kavgası
Kemal Ahmet Olayı
Burjuva Oldu Suçlamasına Karşı
"Sol" Geçinen Delikanlılara Karşı
Milliyetçi Suçlamasına Karşı
Eski - Yeni Kavgası
"Resimli Ay"da yazmaya başladıktan sonra Nâzım Hikmet dost düşman pek çok kişinin ilgiyle izlediği, hayranlık duyduğu bir şair durumuna gelmişti.
Güzel Sanatlar Birliği Genel Sekreteri olan Peyami Sefa Bey (Safa), Alay Köşkü'nde düzenlenen toplantılarda, şiir okuması için onu izleyicilerin önüne çıkarırken "büyük şair" diye tanıtıyordu.
Aralarındaki dostluk "Cumhuriyet" gazetesindeki bir olay sonucu başlamıştı. Nâzım Ankara'da tutukluyken gazetenin edebiyat sayfasını yöneten Peyami Sefa Bey, onun "Yanardağ" adlı şiirini üç sütun olarak çerçeve içinde yayımlamış, ertesi gün ise gazetenin birinci sayfasında bir özür dileme yazısı yer almıştı. "Mahkûm bir adamın kaleminden çıkmış olan bu manzume"nin yazıişleri müdürüne gösterilmeden yayımlandığı belirtiliyor, "mesleği mesleğimize katiyyen uymayan bir muharrire ait" diye nitelenen şiirin gazetede yayımlanmış olmasından dolayı okurlardan özür dileniyordu.
Nâzım Hikmet İstanbul'a gelip bu olayı öğrenince, kendisi yüzünden gazete yönetimiyle arası açılan Peyami Sefa'yı aradı, arkadaşlık etmeye başladılar. Alay Köşkü'nde düzenlenen toplantılarda birlikte şiir okudukları Necip Fazıl (Kısakürek) ile de Bahriye Mektebi'nde başlayan yarışmalı dostlukları sürüyordu.
Ahmet Halit Kitabevi'nin 1929 mayısında yayımladığı 835 Satır adlı kitabı ise çok büyük bir ilgiyle karşılandı.
Nurullah Ataç'la başlayan övgüler, A.B.D.'de öğrenim gören Nermin Muvaffak'ın (Menemencioğlu) imzasını taşıyan "Yeni Türkiye'nin Şairi" başlıklı bir yazıyla, New York'ta yayımlanan "The Bookman" adlı dergiye kadar uzandı.
Alay Köşkü'ndeki toplantılarda ise, eski yeni birçok ünlü şair şiirlerini okuyor, en çok alkış alan Nâzım Hikmet oluyordu.
Böylesine parlak bir çıkışın sanatçılar arasında kıskançlık yaratmaması olanaksızdı. Arkadan arkaya yapılan yerici konuşmalar, giderek yazılara da yansımaya, önceleri olumlu sözler edenlerin de düşünceleri değişmeye başladı.
Hava bayağı gerginleşmişti.
Yakup Kadri Bey (Karaosmanoğlu), "Milliyet" gazetesinde birbirini izleyen yazılarla, hem Nâzım Hikmet'i, hem de genç kuşağı topluca yeren birtakım görüşler ileri sürdü :
"Ferdiyetçi şair, cemiyetçi şair... Bunlardan biri tabiat ve insanlar içinde münzevidir. Yalnız kendi ıstıraplarını, kendi heyecanlarını, kendi ümitlerini, kendi sevinçlerini çağırır. Öbürü Victor Hugo'nun bir tarifine göre, 'kâinatın ortasında bir taninli yankıdır.' Cemiyetin olsun, tabiatın olsun, bütün hayatın tecellilerini kendisinden aksettirir ve her şey, her beşeri hadise onda en ahenktar, en şuurlu ifadesini bulur. Denebilir ki bu tür şairler beşeriyetin haykıran vicdanıdır. Lakin işte bu nevi şairler, bunun içindir ki, beşeriyet gibi ipsiz sapsız, beşeriyet gibi karışık, beşeriyet gibi gürültücü, patavatsız, kaba, behimi ve onun gibi mantıksızdırlar. Yaptıkları şeyde klasik sanatın ilahi intizamından, ezeli ahenginden eser yoktur, bütün estetikleri insanların idare ettiği cemiyetler gibi anarşiktir. Nâzım Hikmet'in dediği gibi bu tarz şiirler Bethoven'in sonatlarını asla değil, fakat bir bando mızıkayı, bir panayır yerinde bir fanfarı andırır. Bittabi, böyle bir musiki sokaktan başka bir yerde çalınmaz. Onun içindir ki, Nâzım Hikmet'in şiirlerinin bugünkü Türk cemiyetinde hiç yeri olmadığını zannediyorum. Çünkü bizde bu orkestranın, cehennemi velvelesini dinleyebilecek kocaman, koyu ve dalgalı insan kitleleri henüz yetişmemiştir, yakın bir atide yetişmesinin imkânını da göremiyoruz." (Milliyet, 14. 5. 1929)
"İnkârdan müspet bir şey çıkmasının imkânı yoktur. Halbuki Namık Kemal'den bugünün en genç Türk şairine kadar, gelmiş geçmiş ne kadar müceddidimiz varsa, hepsi de işe kendilerinden evvelkileri inkâr ile başlamışlardır. Onun için hepsi piç kaldı. Edebiyatta babasız dehâ yoktur." (Milliyet, 20. 5. 1929)
Bir sonraki yazısında Yakup Kadri Bey yeni kuşağa yönelttiği eleştirilerinde çok daha ileri gidiyordu :
"Bugün yeni nesil veyahut yeni yetişenler namı altında toplanan zümrenin gösterdiği tereddi ve hezal manzarasına bakıp da ümitsizliğe düşmemelidir. Bu zavallı nesil bize bin beladan arta kalmıştır. (...) Eğer daha ilk adımda dizleri titriyor ve gözleri uyuşuyor, kulakları uğulduyor, kafaları sersemleşiyorsa bunun kabahati kendilerinde değil, yetiştikleri devrin sayısız fecaatindedir. Düşünün ki en büyüğü Harb-i Umumi'de daha yirmisini bulmamış bu gençler, ekmek yerine saman karışık hamurla beslendiler ve irfan yerine Babıâli gündelik matbuatının ısmarlama harp edebiyatından başka bir şey okumadılar." (Milliyet, 30 Mayıs 1929)
Peyami Sefa Beyin on beş günde bir çıkmaya başlayan "Hareket" adlı dergisi ile "Resimli Ay" bu saldırıyı birlikte karşılama kararı aldılar. Yakup Kadri Bey Ankara'ya yakın, Mustafa Kemal Paşanın sofrasında yer alan bir yazardı. Dikkatli davranılmalıydı. Zekeriya Bey (Sertel) ile Sabiha Hanımın (Sertel) olurları da alınınca kavgaya girişildi.
İlk yazıların ardından, Nâzım Hikmet'in "İmzasız" imzasıyla, "Putları Yıkıyoruz" başlığı altında, "Resimli Ay"ın Haziran ile Temmuz 1929 sayılarında, önce "dâhi-i âzam" denilen Abdülhak Hâmit'i (Tarhan), arkasından "milli şair" denilen Mehmet Emin'i (Yurdakul) incelemeye alması savaşın patlamasına yetti.
Basında büyük yankılar uyandıran bu yazıların başlama nedeni, "Resimli Ay"da Geceleyin Sokaklar adlı romanı eleştirilirken, "Mahmut Yesari'yi biz başka lisanlara korkmadan tercüme edebiliriz, onun yazısı bundan hiçbir şey kaybetmez. Halbuki, Dahi-i âzam (?!) Abdülhak Hâmit Bey de dahil olmak üzere, kaç yazıcımız böyle bir imtihandan geçebilir? (...) Dâhi-i âzamın en kuvvetli yazısını başka bir dile çevirin, bakın nasıl sırıtır. Başka bir dile değil, hatta bugün konuştuğumuz Türkçeye tercüme edin, bakın dâhinin dehası nasıl sabun köpüğü gibi dağılıveriyor..." denmesi üzerine, "Cumhuriyet" gazetesinde yazın çevrelerini savunmaya çağıran bir karşı yazı yayımlanmış olmasıydı.
"Putları Yıkıyoruz, No. 1, Abdülhak Hâmit"te yazın
alanında kimlere "dâhi" denilebileceği özetleniyor, şu yargıya varılıyordu
: "Hâmit Bey devri için yeni, kuvvetli bir Osmanlı şairidir, işte o
kadar." Yazının son tümcesi ise şöyleydi : "Hakiki dehayı bulmak için
sahte dehaları, kafalarımıza zorla dikilen putları yıkalım..."
"Putları Yıkıyoruz, No. 2, Mehmet Emin
Beyefendi"de ise yazın alanında kimlere "milli şair" denilebileceği
özetleniyor, şu yargıya varılıyordu : Mehmet Emin Beyin şairliği bile bir
göz aldanmasıyken, milli şairlik sıfatı bilgisizliğin aldanmasından başka
bir şey değildir.
Hamdullah Suphi Bey (Tanrıöver) bu yazılara
"İkdam" gazetesinde sövgü dolu bir yazıyla karşılık verdi :
"Abdülhak Hâmit bir dâhidir. Bunlar putları değil,
milli ediplerimizi, dâhilerimizi yıkmak istiyorlar. Bu edebiyat tartışması
değil, komünizm propagandasıdır."
(...)
"Karşımızdakiler kimlerdir?
"Bolşevik kapısının müseccel köpekleri!
"Putları kıranlar bunlardır."
Hamdullah Suphi Bey işi yazından siyasaya
kaydırmak, yeni sanat adına konuşanları sindirmek istiyordu. Merkez Heyeti
Başkanı olduğu Türk Ocağı'nda, milliyetçi gençleri kışkırtıyor, birtakım
kararlar aldırıp basına yansıtıyordu :
"İcab ederse daha müessir surette görürüz ki, Türk
vatanının sevdiği adamlar, vatansızların tecavüzlerine uğrayacak kadar
yalnız değillerdir."
Böylece, gerekirse daha ileri gidileceği, kaba
güce başvurulacağı bildirilerek gözdağı veriliyordu. Devlet önlem almazsa,
üniversite gençlerinin dergi yönetim yerlerini basıp dağıtacakları,
yöneticileri dövecekleri söyleniyordu.
"Hareket" dergisi yapılan jurnalcılığı "Biz
Komünist Değiliz" başlıklı bir yazıyla açıklayarak kınadı : "Bu biçarelere
komünizm nedir diye sorsanız, onu da doğru dürüst bilmezler. Çünkü
samimiyetten, idrakten, fikirden nasibi olmayanlar bu gibi nazariyeleri
öğrenmekten ziyade vatandaşlarına ağız dolusu pislik sıçratmaktan zevk
duyarlar."
"Resimli Ay" ise olaya şöyle yaklaştı :
"Resimli Ay, sayfalarını sadece edebi bir
münakaşaya açmıştır. Buna komünizm süsü verenler çok çirkin bir demagoji
yapıyorlar. Bu, doğrudan doğruya eski ile yeninin mücadelesidir. Abdülhak
Hâmit dâhi değil, Mehmet Emin milli şair değil demekle komünizm arasında
ne münasebet var? (...)
"Eğer bu iddialar yanlışsa aksini ispat edin.
Demokrasi içerisinde her fikir müdafaa ve münakaşa edilebilir. Nümayiş ve
gürültü ile fikri boğmak, yirminci asır gençliği için çok geri bir
harekettir. Gençlik her yerde maziye hürmet eder, fakat bu hürmet, her
fikrin serbest münakaşa edilmesine, ortaya yeni fikirler atılmasına mani
olmaz.
"Ortada komünizm meselesi yoktur. Eski ve yeni
mücadelesi vardır."
Peyami Sefa Bey "Hareket"te genç kuşağı
savunuyor, şair olarak Nâzım Hikmet'e güvenini belirtiyor, yenilikçilere
yapılan saldırılara ağır sözlerle karşılık veriyordu.
"Biz : 'Varız!' diyen nesiliz, bizde kuvvetimizin
şuuru var. Henüz otuz yaşına gelmeyen şairlerimizin bile mısraları, bütün
bir neslin hafızasıyla dudakları arasında gidip geliyor, yığınları
coşturuyor. Halkı da, güzideyi de, ayrı ayrı teşhir etmesini bilen
romancılarımız var.En fena iktisadi anlarda bile kitaplarını karie
okutabilen bir nesiliz. Dört çift garazkâr topuğun tozlu döşemeden yaptığı
kuru gürültü ve kıskançlıktan gerilmiş dudaklardan çıkan ıslıkla karışık
hava kabarcıkları, alkışlar arasında boğuluyor.
"Yığınlar ayaklanıyor ve 'Yaşa!' diye
haykırıyorlar.
"Çünkü büyük bir edebiyat doğuyor.
"Galeyan var!
"Kaçılınız, yol veriniz!"
"Nâzım Hikmet, dünya edebiyatında kendine çok has
bir nev'in yaratıcısı olmuştur. O ne bir fantezi heveslisi, ne bir
garaipperest, ne de yeni moda müptelası bir edebiyat züppesidir.
"O, sadece, ağlamayan ve haykıran, zekâsının
malzemesini eski insanlıktan aldığı halde, çatısını yeni bir teknikle
kuran, ona müstakbel dünyaların rengini veren büyük bir kafa mimarıdır. En
yeni binalarda kullanılan taşlar da bu dünya kadar eskidir. Nâzım bilir."
Peyami Sefa Bey gençleri "saman karışık hamurla"
beslenmiş olduklarını söyleyerek aşağılayan Yakup Kadri Beye ise, "Biz
Sizden Değiliz" diye karşılık veriyordu :
"Şimdi de Büyük Harpte yedikleri tereyağlı
ekmeklerle iftihar etmeye başladılar. (...)
"Büyük Harpte ve Sakarya'da memleket kapısından
düşmanı kovan gençliğin yüzüne doğru kokmuş ağızlarını açarak geğiriyorlar
ve yağma sofralarında ziftlendikleri havyarın, içtikleri şampanyanın
hasreti ile mest olarak bütün bir kahraman gençliğe bühtanlar
savuruyorlar. (...)
"Büyük Harpte yüz binlerce genç saman ekmeği
yiyerek sararıp solarken, onlar, Alp dağlarının ceyyit havası ile on dört
kilo artmışlarsa, gençliğin bu feragatı karşısında, utançlarından ölünceye
kadar iki büklüm durmalı idiler."
Yakup Kadri Bey bunun üzerine, 16 Haziran 1929
tarihli "Milliyet" gazetesinde, bir açıklama yapmak gereğini duydu :
"Benim o makalemde bahsettiğim gençlik ile bugün
Darülfünun'da okuyan gençlik arasında hiçbir münasebet olamayacağını
Türkçe bilen her ferd ilk bakışta anlardı. (...)
"Bu avarelerin başı üstünde acayip, müthiş ve
uğultulu bir cinnet havası esiyor. Çıkardıkları yaygaradan kulaklar
tıkanıyor; her biri kargıdan atın üstüne binmiş, ellerinde kamıştan birer
mızrak, sağa sola saldırıyorlar, zavallı ücra edebiyat arsasında tozu
dumana katıyorlar; göz gözü görmüyor.
"İkide bir : 'Varda, çekilin, biz geliyoruz!'
naraları.
"Buyurun gelin. Edebiyat arsası o kadar tenha ki,
burada pek-âlâ deliler ve garipler için de barınacak bir köşe bulunur.
"Ne gelen var, ne giden!
"Yine 'Varda, çekilin, biz geliyoruz!' naraları.
Biçarelerin muhayyilesi o kadar bozuk, o kadar hasta ki, önlerinde kesif
bir ordu, onları yürümekten alakoyuyor vehmindedirler.
"İşte şimdi düşünün, bunlarla Darülfünun
gençliğinin ne münasebeti olabilir? Bunlarla, bütün yarına ait
ümitlerimizi kendilerine tevdi ettiğimiz Darülfünun gençliği şöyle dursun,
hatta en umumi manası ile her sınıf Türk gençliğinin hiçbir alakası
olmamak lazım gelir."
On bir gün sonra, 27 Haziran 1929 tarihli "İkdam"
gazetesinde, Yakup Kadri Beyle yapılmış bir konuşma yayımlandı. Bu
konuşmada doğrudan Nâzım'ın kişiliğine saldırılıyordu :
"Bazıları ipten ve kazıktan kurtulmuş kaşarlı
sabıkalılardır. Bunların içinde öyleleri varmış ki, daha yirmi beş yaşına
basmadan hayatlarının en güzel çağını zindan köşelerinde çürütmüşlerdir.
Bir kısmı ise komünist çekalarının Türk ırkdaşlarımızın kanı ile bulanmış
ellerini öpmeyi ve onlara dair kasideler terennüm etmeyi bir maişet
vasıtası haline koymuşlardır.
"Anadolu harbi sırasında düşmana karşı çıkmaktan
ürkerek, Maarif Vekâleti'ni dolandıran ve çaldıkları para ile Karadeniz'i
aşıp bolşeviklere iltihak eden iki vatansızdan bir tanesi şimdi Akşam
gazetesinin sütunlarında bir halayık ismi ve bir halayık şivesiyle, bir
nevi ortaoyunu soytarılığı yaparak, halkı güldürmeye çalışıyor. (...)
"Yalnız hayasızlıktan ve kıskançlıktan kuvvet
alan bu gibi taarruzlardan, gözümün önüne gelen manzara şudur :
"Eski İstanbul'un viranelikleri arasından kendi
halinde bir adam işine giderken, ansızın bir sürü aç ve uyuz köpeğin
hücumuna uğrar. Elindeki bastonunu, bu pis deriden ve kırık kemikten
mahlukatın üzerine indirir, indirir. Fakat köpekler, gene saldırışlarına
devam ederler; çünkü açlığın ve kuduzluğun verdiği bir fena ateş
bunlardaki hayvani hassasiyeti de iptal etmiştir."
Bunun üzerine Nâzım Hikmet "Resimli Ay"ın Temmuz
1929 sayısında "Cevap" adlı şiirini yayımladı. Değişik sesiyle belleklere
kazınıp dillerden düşmez olan bu yergi şiiri şöyleydi :
Behey!
Kara boynuz gibi kaşlı
mukaddes Apis başlı
adam;
Behey!
Kara maça bey!
Sen şiirin asil kamusuyla konuşuyorsun,
ben asaletten anlamam.
Şapka çıkarmam konuştuğun dile,
düşmanıyım asaletin
kelimelerde bile.
Behey!
Kara maça bey!
Ben bilirim
bu
tehevvür bu şikâyaaat niçin?
Bilirim
beni uykumda boğmak için
bekliyorsun geceyi..
Ben ki bileklerimde tel kelepçeyi
bir altın bilezik gibi taşımışım,
ben ki ilmikleri sabunlu iplere bakıp
kıllı kalın ensemi kaşımışım,
tehdidine pabuç
bırakır
mıyım hiç?
Behey!
Kara boynuz gibi kaşlı
mukaddes Apis başlı
adam,
Behey!
Kara maça bey,
behey, yüzü kara.
Ruhunu bir zenci esir gibi çıkardın pazara,
bir orospu odası yaptın kafatasını...
Hâki ceketli ölülerin ceplerinden
çalarak parasını
satın aldın kendine
İsviçre dağlarının havasını.
Ve işte bundandır ki, bugün
ablak sarı suratında senin
kanlı altınların kızıllığı var..
Acayip rüzgârlar esmiyegörsün başımdan.
Yoksa musahhih maaşımdan
haftada üç papel taksite bağlayıp seni
bir şamar oğlanı gibi kullanırım.
Beyimin böyle işlerle ülfeti var sanırım,
mükemmel yapar vazifesini..
Behey!
Kara maça bey!
Halka ahmak diyen sensin.
Halkın soyulmuş derisinden
sırtına
frak giyen sensin.
Yala bal tutan beş parmağını
beş
çürük muz gibi,
homurdanarak dolaş besili bir domuz gibi.
Meydan senin...
mi dersin?
Hata edersin,
bizde o göz var mı baksana!!
Ben içirmek için sana
kendi kara kanını
bir ateş çemberle çevirdim dört yanını!
Sağa git
yok
geçit,
sola git yok,
ileri
geri
yok.
Kıvır kuyruk kalemini kalbine sok
bir akrep gibi intihar et...
Dili, tonlaması, uyak örgüsü, benzetmelere
dayanan yergileriyle bu şiir, tartışmaya bambaşka bir hava getirmiş, eski
yazını savunanları büsbütün kızdırmıştı.
Ne var ki Nâzım Hikmet'in çevresinde oluşan sevgi
ortamının çok genişlemesi, daha önce ondan yana sözler eden orta yaşlı,
hatta genç şairlerin de tedirgin olmalarına yol açmıştı.
Örnekse Yusuf Ziya Bey Nâzım'ın put kırıyorum
derken pot kırdığını, yaptığının barbarlık olduğunu yazıyor, Necip Fazıl
Bey de sağda solda şairliğini yeren sözler ediyordu.
Hamdullah Suphi Bey ise olayı kesinlikle bir
yazın tartışması olarak ele almamakta direniyordu. "Karşımızdakiler
komünistlerdir, bolşeviklerdir!" diye sürekli kışkırtarak, Türk
Ocağı'ndaki gençleri, sonunda, "Resimli Ay"ın yönetim yerini dağıtmaya,
yöneticilerini hırpalamaya, böylece Nâzım Hikmet'in gözünü korkutmaya
göndermeyi başardı.
7 Temmuz 1929 Pazar günü, aralarında bir iki
sivil polisin de bulunduğu düşünülen otuz kadar genç, "Resimli Ay"ın
yönetildiği basımevine geldiler. Olay için özellikle pazar günü
seçilmişti, basımevi kırılıp dökülür, yöneticiler tartaklanırken çevrede
kimse olmasın, işe halk ya da polis karışmasın istenmişti.
Ertesi gün gerçi "İkdam" gazetesinde "Asil Türk
Gençliği Kendini Göstermeye Başladı" diye başlık atıldı, üniversitelilerin
"Resimli Ay"ı basıp "sahiplerine layık oldukları dersi" verdikleri
yazıldı. Sonra da güya "İkdam"a gidip sevgi gösterilerinde bulunmuşlardı.
Oysa olay hiç de öyle gelişmemişti.
Zekeriya Beyin anlattığına göre, Nâzım yol
üstündeki odasından kalabalık bir gençlik grubunun geldiğini görünce,
hemen koşup Sabiha Hanımla ona haber vermiş. Arkasından aşağıda,
merdivenlerde gürültüler, bağırıp çağırmalar duyulmuş. Derken kapı hızla
açılıp delikanlılar içeri doluşmuşlar.
"Siz bizim büyüklerimizi öldürüyorsunuz,
mukaddesatımızı yıkıyorsunuz!" gibi sözlerle yumruklarını
gösteriyorlarmış.
"Çocuklar, siz kimsiniz, kimin adına
konuşuyorsunuz?" diye sormuş Zekeriya Bey.
"Biz üniversite gençliği adına konuşuyoruz."
"Öyleyse ayaklarınızla değil, başınızla
düşünürsünüz. Sokak çocukları gibi bağırmak size yakışmaz. Oturun
konuşalım. Bizi yanlış bir iş yaptığımıza inandırabilirseniz, bu
kampanyadan vazgeçeriz."
Bunun üzerine bağrışma sona ermiş, gençlerin önde
gelenleri oturup düşüncelerini söylemişler. Ayaktakiler suskun, onları
dinliyorlarmış. Sonra Zekeriya Bey yanda ayakta duran Nâzım'a söz vermiş.
Sabiha Hanımın söylediğine göre, Nâzım yapılan tartışmanın bir yazın
tartışması olduğunu, her değişen devirde sanatların da yeni nitelikler
kazandığını o kadar güzel anlatmış ki, gençler onu büyük bir ilgiyle,
hatta biraz utanarak dinlemişler. Sonra da sessizce ayrılmışlar
basımevinden.
Bu olay Türk Ocağı'nda tartışmalara yol açtı.
Talebe Birliği'nden bazı gençler "saman ekmeğiyle beslenmiş nesil" sözünü
içlerine sindiremiyorlardı. Yakup Kadri Bey Türk Ocağı'na gelip
açıklamalarda bulunmak gereğini duydu. "İkdam" gazetesinde "Gençliğe
Hitap" başlıklı yazılar yayımladı. Yazın alanındaki gençlere karşı
söylediği ağır sözler yüzünden üniversite gençliğinin desteğini yitirmek
istemiyordu.
Bu arada başka yollardan da "Resimli Ay" ile
Nâzım Hikmet'in üstüne gidilmeye başlanmıştı. Dergide "İsimsiz Adam"
imzasıyla yayımlanan "Sesini Kaybeden Şehir" adlı şiir yüzünden, 18 Eylül
1929 günü Yazıişleri Müdürü Behçet Bey ile avukatı İrfan Emin Bey
(Kösemihaloğlu) kendilerini İstanbul 3. Ceza Mahkemesi'nde buldular. Dava
10 gün hapis, on lira para cezasıyla sonuçlandı, ceza ertelendi.
Ama işin arkasını bırakmış değillerdi. Kararı
temyiz ettiler. Bozma kararına karşın mahkeme eski kararında direndi. Dava
gene temyize gönderildi. Aklanmaları ancak altı ay sonra, 1930 yılı
martında, Yargıtay Genel Kurulu'ndan gelen ikinci bozma kararına
mahkemenin uymak zorunda kalmasıyla sağlanabildi.
^ Yukarı | Devam >
|