Yaşam Öyküsü
Sanatsal Gelişmesinin Özeti
Davaları
Tartışmaları
         


Davaları

  • 1925 Ankara İstiklal Mahkemesi Davası
  • 1927-1928 İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi Davası
  • 1928 Rize Ağır Ceza Mahkemesi Davası
  • 1928 Ankara Ağır Ceza Mahkemesi Davası
  • 1931 İstanbul İkinci Asliye Ceza Mahkemesi Davası
  • 1933 İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi Davası
  • 1933 İstanbul Üçüncü Asliye Ceza Mahkemesi Davası
  • 1933-1934 Bursa Ağır Ceza Mahkemesi Davası
  • 1936-1937 İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi Davası
  • 1938 Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesi Davası
  • 1938 Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi Davası

    1938 Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesi Davası

    Derken 1937 yılı ağustosunda bir gün İpek Sineması'nda Nâzım Hikmet'in yanına bir Harp Okulu öğrencisi sokuldu. Bu olayı şair mahkemede şöyle anlatacaktır :
    "Bu genç beni sinema holünde görüp yanıma geldi. Kuleli'den beri yazılarımı okuduğunu, bana hayran olduğunu söyledi. (...) Okuldaki arkadaşlarının da beni sevdiklerini söyledi. O sırada ben bir davadan beraat ederek tahliye edilmiştim. Onu da gazetelerde okumuş olacak ki bana, 'Geçmiş olsun,' dedi. Teşekkür ettim, başımdan savmak için, 'Hadi sana güle güle, içerde işim var,' dedim. Gitmedi, bana, 'Nâzım Bey, ben polis filan değilim,' dedi. 'Sizin fikirlerinizi beğeniyorum, daha etraflı öğrenmek istiyorum, yararlanmak için...' Bu konuşmadan daha çok şüphelendim, holden ayrıldım, içeri girince polis müdüriyetine telefon ederek, resmi askeri elbise giydirip polisleri peşime düşürmemelerini söyledim. 'Benim bütün çalışmam ortada, herkesin gözü önünde,' dedim."
    Konuştuğu Başkomiser Salih Tanyeri böyle bir şey yapmadıklarını söylemişse de, Nâzım inanmayarak öfkeyle telefonu kapatmıştı.
    Adı Ömer Deniz olan bu Harp Okulu öğrencisi dört ay kadar sonra, 3 Aralık 1937'de, bir Şeker Bayramı öncesi, bu kez Nişantaşı'ndaki Selçuk Apartmanı'na geldi.
    Nâzım ile Piraye evde değildiler. Kapıyı o günlerde onlarda kalan, ailenin emektarlarından yaşlı bir kadın, Nine açtı. Ömer Deniz içeri girip beklemek isteyince, konuşmalarını duyan Cavide Hanım da yanlarına geldi. Kendisini içeri alamazlardı, ama isterse bir not yazabilirdi. Ömer Deniz sofadaki bir sandalyeye oturup not yazmaya hazırlanırken, Nâzım ile Piraye geldiler.
    Nâzım mahkemede bu olayı da şöyle anlatıyor :
    "Aradan ne kadar geçti hatırlamıyorum. Şeker Bayramı geliyordu, çocuklarımıza ve büyüklerimize hediye almak için eşimle çarşıya çıkmıştık. Dönüşte kapı açılıp da aynı genci evimizin girişinde oturuyor görünce tepem attı. Polis evimize kadar girdi, diye düşündüm. Kendi kendime, 'Ne bulacaktı yani?' dedim. O genç ayakta bana yaklaştı, kendisinin ve arkadaşlarının düşüncelerinden ve bana olan bağlılıklarından filan söz etti. Ben evime hile ile girdiğini söyleyerek onu azarladım, yer de göstermedim. 'Ne istiyorsun?' dedim. 'Subay çıkınca erata ne öğretelim?' diye sordu. 'Anayasadaki altı umdeyi öğretirsiniz,' dedim. 'Haydi bakalım, şimdi işimiz var,' dedim."
    Bu bir özetlemeydi. Ömer Deniz'in Marx'la, Engels'le ilgili sorular sormak istemesini, Nâzım Hikmet, "Bunları herhangi bir ansiklopedide bulabilirsiniz, ben bilgin değilim," diye engellemiş; subayların erata neler öğreteceklerinin talimatnamelerde yazılı olduğunu, anayasanın, Atatürk milliyetçiliğinin dışına çıkmamaları gerektiğini söylemiş; sözlerini, "Şimdi de ben sana bir soru soracağım, söyle bakalım Nişantaşı'nda, Vali Konağı Caddesi'ndeki Selçuk Apartmanı'nın 3 numaralı dairesinde oturduğumu kimden öğrendin? Haydi bakalım, şimdi bizi yalnız bırak," diyerek delikanlıya yolu gösterip kapıyı arkasından kapatmıştı.
    Bu gencin bir provokatör olduğuna kesinlikle inanıyordu.
    Nâzım Hikmet, 17 Ocak 1938 gecesi, Beyoğlu'nda, Celâlettin Ezine'nin evinde, Hilmi Ziya Ülken'le bir dergi tasarımı yaparlarken gözaltına alındıktan iki gün sonra tutuklanmıştı.
    Askeri Usul Yasası'na göre sanıkları savunacak avukatları "Adli Âmir"in onaylaması gerekiyordu. Nâzım Hikmet'i savunmak isteyen İrfan Emin Kösemihaloğlu kabul edilmedi. Ankara'dan Fuat Ömer Keskinoğlu ile Saffet Nezihi Bölükbaşı adlarında ortak çalışan, "Adli Âmir"in onaylayacağı niteliklerde iki avukat bulundu.
    Öte yandan, gene Askeri Usul Yasası'na göre, beş yargıçtan birinin Hukuk Fakültesi mezunu olması yeterliydi.
    Mahkemedeki sorgusu sırasında, Ömer Deniz, ilk ifadesinin baskı altında alındığını, Nâzım Hikmet'in, kendisine, "Erata önce cumhuriyeti, sonra komünizmi anlatırsınız," gibi bir söz etmediğini açıklayınca, Fuat Ömer Keskinoğlu ile Saffet Nezihi Bölükbaşı, şaire aklanmasının "yüzde bin beş yüz" olduğunu bildirdiler.
    Nâzım Hikmet'in savunması şöyleydi :
    "Huzurunuzda ilk defa yargılanıyorum. 1925 yılından beri şiirlerim yüzünden ve gizli parti teşkilatı kurma iddiasıyla muhakeme edildim. İdam talebiyle hâkim huzuruna çıkarıldığım da oldu. Hemen arzedeyim ki, hepsinin delil diye gösterebilecekleri şiirim, birkaç polisin yanlış ifadesi, birkaç arkadaşla toplanmamız, yahut şurada burada duvarlara yapıştırılan 1 Mayıs'la alakalı beyannameler gibi maddi deliller mevcuttu. Fakat adım çıktığı için davaya dahil edildiğimden mahkemelerde beraat kararı aldım.
    "Hayatımın son 13 yılı içinde askeri mahkeme önüne çıkarılışım ilk defa vaki oluyor. Ve ilk defa da ne şahidi, ne vesikası, ne delil diye gösterilecek suç evrakı, suç aleti ve ne de bir ihbar veya ifade mevcut bulunuyor. Kendisinden polisin gönderdiği bir sivil şahıs diye şüphelendiğim gencin sorgudaki ifadesinde, 'Köylü erata cumhuriyetten sonra komünizmi öğretin,' dediğim iddiasından gayri bir suç isnadı yoktur. Sanık Ömer Deniz de mahkemenizde böyle bir şey söylemediğimi defaatle tekrarlamıştır. Ben de sorguda ve mahkemede söylediklerimde herhangi bir itirafım mevzuubahis değildir. Zira hakikat ikimizin de dediği gibidir. Hapishanede 67 gündür haksız yere ve delili olmayan ağır bir ithamla yatmanın azabı içindeyim. Ben Cumhuriyetin, Mustafa Kemal'in Türkiye'ye getirdiklerinin ne büyük hizmetler olduğunun idraki içindeyim. Komünist olmam, Mustafa Kemal Paşaya saygı duymama, Anayasa'daki altı umdeye sahip çıkmama mani değildir ve neşriyatım bunun delilidir. Ne hazindir ki, komünizm hakkında çok az neşriyat bulunması çoğu kişinin bu içtimai felsefe hakkında hem kâfi derecede bilgi edinmesine mani olmuş, hem yanlış zan ve kanaatler sebebiyle her muhalif şahıs komünist damgasını yemiştir. Marksist ve komünist bir şair olarak bu ideolojinin bir memlekette hâkim rejim olmasının üç beş kişinin gizli bir hücre kurması, yahut bir askeri şahsa 'Komünizmi öğret' demek veya o kişinin kendiliğinden bu doktrini öğrenmesi ve öğretmesiyle mümkün olmayacağını bilecek kadar şuurlu bir şairim. Komünizm, sanıldığı gibi, ferdi başarıların ideolojisi değildir ve her toplumda aynı gelişmelerin teminiyle hedefine varılan bir sistem de değildir. Bu sebepledir ki, benim Marksist bir kültürle yetişmiş, kendi milli kültür kökenlerinden istifade edebilmiş bir şair olarak bir öğrenciye, hem de polisliğinden şüphe ettiğim birine komünizm hakkında telkinatta bulunmasını tavsiye etmem havsalanın almayacağı bir yakıştırmadır. Marksistler ancak kendi partilerinin kararıyla, kitleleri, gerekiyorsa, tarihi bakımdan içtimai ve iktisadi tekâmülün vardığı merhaleye göre uygun olacak harekete sevk ederler. Ben tek başıma parti değilim ve böyle bir partinin var olup olmadığı hakkında da iddianamede bir sarahat mevcut değildir. Bahsedilmeyen bir partinin tayin ve tesbiti icab eden bir strateji de mevzuu bahis olmadığından benim Ömer Deniz'e ordu içinde görev vermem de mümkün değildir. Kaldı ki kendisi de benim böyle bir beyanım, tavsiyem veya direktifim bulunmadığını ısrarla söylemektedir. Kendisi de iddia edilen bana ait ifadenin kendisinin söylediği gibi yazılmadığını söylüyor ve mahkemede, huzurunuzda, dediklerimi bir bir tekrarlıyor. Onu arife gününden sonra ilk bugün, duruşmanın bugün başlayan bu celsesinde görüyorum. 17 Ocaktan beri de Askeri Cezaevi içinde bir odada tek başıma bırakıldığım için hiçbir sanıkla veya o sanıkların avukatlarıyla görüşmedim, kimseyle görüştürülmedim. Bu bakımdan o arkadaşın ifadesi ile benim ifadem arasındaki aynılık, hakikatin böyle olduğunu ispat eder. Suçsuzum, beraatımı ve tutukluluk halime son verilerek tahliyemi talep ediyorum."
    Nâzım Hikmet, 29 Mart 1938 Salı günü saat 10'da, "yüzde bin beş yüz" aklanması gerektiğine inandığı bir davada 15 yıla mahkûm oldu.
    28 Mayıs 1938'de Askeri Yargıtay Nâzım Hikmet'in cezasını onayladı.

    13 Haziran 1938 günü, Nâzım Hikmet Ankara Merkez Komutanlığı Cezaevi'nden Ankara Cezaevi'ne aktarılarak ikinci kulede bulunan koğuşa kondu.
    Tam bu günlerde gene Adalet Bakanlığı'ndan Cezaevi Müdürlüğü'ne gelen bir emirle şairin sürmekte olan bir davası nedeniyle İstanbul'a gönderilmesi gerektiği bildirildi. Bir yıl önce, 21 Haziran 1937'de aklanmayla sona eren gizli örgüt kurma davası, Yargıtay'dan bozularak geri dönmüş, İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi'nde yeniden başlamıştı.
    Böylece Nâzım Hikmet Ankara Cezaevi'nden alınarak İstanbul'da Sultanahmet Tutukevi'ne getirildi.