|
|
Tartışmaları
Eski - Yeni Kavgası
Peyami Safa Kavgası
Kemal Ahmet Olayı
Burjuva Oldu Suçlamasına Karşı
"Sol" Geçinen Delikanlılara Karşı
Milliyetçi Suçlamasına Karşı
Tartışmanın Nâzım Hikmet ile Peyami Safa arasında kişisel bir çekişme olarak kalmayacağı beklenen bir şeydi.
"Bir Provokatör Üstünde Hiciv Denemeleri"nde Namık Kemal'e değinilen bir bölüm vardı.
Bu sağcıları kışkırtmak için bulunmaz bir fırsattı. Nihal Adsız bir kitapçık yayımlayarak gençliği ayaklanmaya çağırdı :
"Komünist Nâzım Hikmetof ile romancı Peyami Safa'nın aralarında ne geçtiyse geçti. Düne kadar birbirinin dostu ve bedava reklamcısı olan bu iki edib-i şehir bozuşup cilveleştiler. (...) Fakat Nâzım Hikmetof Yoldaş bu münakaşayı Türk milliyetperverliği üzerinde tepinmeye yeltenmek için bir vesile yaptı ve Türkiye'nin en büyük adamlarından biri olan Namık Kemal'i arslan postu giymiş olmakla itham etti. (...)
"İstanbul'da bir de 'Milli Türk Talebe Birliği' vardır. (...) Türk şairi hakarete uğruyor da bu Türk gençliği sesini çıkarmıyor. Nerde kaldı Namık Kemal için yapılan ihtifaller?.. (...)
"Türk işçisi bu deli saçmaları, bu gerdan kırmalar, nara atmalarla mı kurtulacak, bolluğa, tokluğa, sağlığa kavuşacak? Hayır Nâzım Hikmetof Yoldaş! Aç adamlar ne yetimi Safa'nın kırık mızraplı udu, ne de Namık Kemal'in ölüsüyle ve kemikleriyle beslenmek istemiyorlar. (...) Aç adamlar iş ve refah istiyor. (...)
"Nâzım Hikmetof Yoldaş! Sarı suratlı afyonkeş Çinlilerle kara suratlı yamyam Habeşlerin davasını güdüyorsan, haydi oraya... Yolun açık olsun. Babıâli Caddesi'nde Habeş davası müdafaa olunamaz. (...)"
Peyami Safa "Hafta"nın 11 Kasım 1935 tarihli sayısında yayımlanan "Namık Kemal ve Gençlik" başlıklı yazısında, Adsız imzalı bir kitapçığın çıkmasıyla kapışılıp tükenmesinin bir olduğunu, bir söylentiye göre de toplatıldığını, onun için de kendisinde bulunmadığını, ama bir gencin elinde görüp ayaküstü bir göz gezdirdiğini anlatarak şöyle diyordu :
"O hicviye, ne Türk gençliğinin Namık Kemal'e bağlılığından, ne de bu bağlılığı gösterme cesaretinden şüphe ettirecek ehemmiyette olmadığı için, küstah bir ağıza inmiş veya inecek münferit şamarları kâfi bulanlardanım. Çünkü her yerde ve her devirde büyüklerin mezarına işemek isteyen birkaç fikir züppesine tesadüf edilebilir. (...) İki sille ve bir tekme, külhanileri makberin civarından uzaklaştırır. (...)
"Bu vazife yapılmıştır ve eksiği kaldıysa yapılacağına da şüphe yoktur. (...) Türk gençliğinin artık notunu tamamiyle verdiği bir nafile delikanlı için seferber olmasına lüzum görenlerden değilim."
Nâzım Hikmet'le arası açık olan Hikmet Kıvılcımlı'nın çevresindeki solcu gençler de onun Namık Kemal'e sataşmasını doğru bulmamışlar, bunu gazeteye gelip kendisine söylemişlerdi. Böylece Namık Kemal solda da, sağda da günün konusu oluverdi. Soruşturma kitapçıkları hazırlanıyor, toplantılar yapılıyordu.
Öylesine ki, arkadaşları Nâzım'ın sokakta bir saldırıya uğramasından bile korkmaya başladılar.
Atatürk'ün ulusal hudutlarımız içinde, kendi gücümüze dayanarak ayakta durmak, gelişmek, ülkemizi onarmak, insanımızı mutlu etmek amacını güden, gerçekçi "milliyetçilik" anlayışına karşı, Almanya'dan esen rüzgârlarla iyice güçlenmeye başlayan ırkçı, turancı, dünyadaki bütün Türkleri bir araya getirme düşünü kuran, serüvenci bir "milliyetçilik" anlayışını savunanlar, Namık Kemal'in vatan şairliğinden, gür sesinden hız almak istiyorlardı. Nitekim 1930'ların başında Hamdullah Suphi Bey (Tanrıöver) Türk Ocağı'na hem Mustafa Kemal'in, hem de Namık Kemal'in büstlerinin konulacağını söylemişti.
Bu gelişmeler yaşanır, üniversite gençliği bu yöne çekilmeye çalışılırken, İspanya'da Cumhuriyetçiler'den yana çıkan, İtalyan faşizminin Habeşistan'ı işgal etmesini kınayan, Namık Kemal'e dil uzatan bir şaire katlanılamazdı. Saldırıların arkası kesilmek bilmedi. 1936 yılına da aynı havada girildi.
Nâzım Hikmet, kimileri sonradan çeşitli alanlarda üne eren (Namık Gedik, Zahir Güvemli gibi) gençlerin söylediği ağır sözlerin yanı sıra, kendi tarzında manzumelerle de aşağılanıyordu.
Abdülbâki Gölpınarlı'nın yergisinden bölümler :
Bugünlük senin ağzını
kullanacağım : Ulan
Yalancı pehlivan!
"Ölüleri rahat bırak oğlum"
Dedikten sonra bilmem kime çatmak için
Ve birkaç afi satmak için
Bu millete milliyetini duyuran,
Zulmü, istibdadı, tahakkümü kıran
Büyük Türke, Namık Kemale sövmek
İçtiğin Moskof şarabının neşesinden olsa gerek!
(...)
Galiba aynaya baktın ki
Takma arslan yeleli
Aksini gördün,
Ey yetim-i vatan!
(...)
Sırtlan tabiatlı nebbaş!
Ulaaan
Boynundan yaralı
Kızıllı karalı
Engerek!
Köy ağası olduğunu söyleyen biri de 12x16 cm boyutlarında, 32 sayfalık küçük bir kitapçık yayımlamıştı. Namık Kemal'in oğlu Ali Ekrem Bolayır'a armağan edilen bu kitapçıkta da gene aynı tarz bir manzumeyle ileri geri sözler ediliyordu.
Nâzım Hikmet'in arkadaşlarından Ahmed Cevad, İt Ürür Kervan Yürür adlı, 48 sayfalık bir kitapçıkta Orhan Selim'in bazı yazılarını bir araya getirerek, başa, sona eklediği kısa açıklamalarla bu saldırılara da değindi. Baştaki yazısını şöyle bitiriyordu :
"Ben Nâzım'ın yazılarından bir kısmını seçtim, neşrediyor ve iddia ediyorum : Nâzım'a bu adamlar iftira ediyorlar."
1935'in ekim ayı sonlarına doğru birkaç yazısını Zekeriya Sertel'in yayımlatmaması üzerine, Nâzım Hikmet "Tan"dan ayrıldı. Artık yalnız "Akşam"da yazıyordu. Şiirleri ise "Yedigün"de, "Aydabir"de, "Resimli Herşey"de çıkmaktaydı. Taranta-Babu'ya Mektuplar'dan bazı parçaları da bu dergilere verdi. Yıl sonuna doğru Yeni Kitapçı Portreler'i yayımladı. Arkasından yayımcısı açıklanmayan Taranta-Babu'ya Mektuplar geldi. Bu kitabı da herhalde Sabiha Sertel'in kardeşi Yusuf Kenan'ın sahibi olduğu Yeni Kitapçı yayımlamıştı. Ama faşizme karşı yayın yapmanın sakıncalar doğurabileceği bir dönemde, şair kitabın tek sorumlusu görünmeyi daha doğru bulmuş olmalıydı.
Türkiye gerçi Milletler Cemiyeti'nin bir üyesiydi. Atatürk dünya olaylarının gelişiminden kaygılanıyor, çevresindekilere, Hitler ile Mussolini için, "Bu adamlar insanlığın başını yakacaklar, çünkü savaş nedir bilmiyorlar!" gibi sözler ediyordu.
1935'ten 1936'ya geçerken Nâzım Hikmet'in yüklendiği işler gittikçe ağırlaşıyordu. Bir yandan sabahtan akşama kadar İpek Film Stüdyosu'nda çalışarak ailesinin geçimini sağlıyor, bir yandan da Orhan Selim'in güzel Türkçe denemelerinin arasına sokuşturduğu yazılarla okurlarına dünya olayları üzerine doğru bilgiler vermeye çalışıyordu. Biraz daha fazla para kazanmak için gazetelere yazdığı tefrika romanlarında bile insanları sağlıklı düşüncelere çekme çabası içindeydi.
Ama yazınımız açısından en önemlisi, o güne kadar edindiği şiir deneyimiyle, yapıtlarının doruğuna oturtacağı, Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı üzerinde çalışmakta oluşuydu.
Bu işe yeterince zaman ayıramadığına üzülüyor, yaşam koşullarının, olayların baskısından kurtulamamanın sıkıntısını çekiyordu. Aklı İtalya'da, İspanya'da, Almanya'daydı.
Örnekse Orhan Selim 26 Temmuz 1936 tarihli "Akşam"da, Sadri Ertem'in İspanya olaylarının içyüzünü anlatan bir yazısını söz konusu ederek bu işin dünya için ne anlama geldiğini belirtmeye çalışmıştı :
"İspanya'da irtica çoluk çocuk, kadın erkek, şehir ve köy bütün bir emekçi İspanyol halkını kan ve ateş içinde ezmeye çalışırken kaydedilmesi lazım gelen bir nokta daha vardır.
"İspanya'da bu en mürteci unsurları teşkil edecek asiler muzaffer olurlarsa dünya sulhu, bu sulhun bugün yegâne temeli olan 'demokratik' cephesinden yara alacaktır. İspanya sulh unsuru olmaktan çıkacak, harp unsuru olacaktır. Dünya sulhunu korumak için uğraşan bütün milletler, işte bir de bu bakımdan İspanyol hadiselerini heyecanla takip etmektedirler."
Orhan Selim, kendine sataşanların çoğuna gülüp geçiyordu. Ama günlük yaşamla ilgili olaylara, örnekse öğrenci pasoları ya da Sular İdaresi gibi konulara değinirken, araya "Mistik" diye bir yazı sokup şöyle sözler etmekten de geri kalmıyordu :
"Bayım MİSTİK'tir!
"Bayım mistiktir, ama yemekte tabak tabak mistizme değil, tabak tabak levreğin âlâsına, kebabın yumuşağına ve pilavın yağlısına iltifat eder.
"Bayım MİSTİK'tir!
"Bayım mistiktir, ama ruhunu mistizmle sarhoş etmek isterken bile, midesini yardımcı çağırır. Votkanın sertine, rakının altınbaşına, biranın köpüklüsüne ve alışkanlığı varsa eğer kokainin halisine başvurur. (...)
"Bayım MİSTİK'tir!
"Bayım mistiktir, ama ne sırtında aba, ne elinde asa vardır. Elbisesi modaya uygun, iskarpinleri halis glasedir. (...)
"Sokakta kadınlara söz atar ve barda dansözleri sıkıştırır ve bütün bunları yaparken aklına bir tek mistik beyit gelmez...
"Bayım MİSTİK'tir!
"Leon Blum'u ekmek bıçağıyla kesmek lazım geldiğini söyleyen meşhur kralcı Fransız yazıcısından ders almıştır. (...)
"Ve 'Kandit', 'Grenguvar', 'Nuvel Literer' gibi yine Fransız mecmuaları kapanır da, ben burada Yunus Emre'ye Paris modası üzere dikilmiş papaz cübbesi giydiremem diye korktuğu için, Fransa'da 'Halk Cephesi'nin zaferini beşeriyet için felaket telakki eder.
"Bayım MİSTİK'tir!
"Bayımın mistikliği ölçülüdür, hesaplıdır, menfaatlere dayanır, pratiktir. Fakat ona sorarsanız, mistizm bütün bunların üstündedir, bir anlatılmaz, sezilir ruh haletidir, mistizm her yerde hazır ve nazırdır, onu kaybetmek hayvanlaşmak demektir...
"Bayım MİSTİK'tir!
"Ve bayımın bütün hüneri, hünerbazlığı mistik oluşundadır. Çünkü o yüzünü bu peçenin altından gösterdiği gün karşınızda ya kolay bir şöhret avcısı, ya bir avantürist göreceksinizdir..." (Akşam, 2 Haziran 1936)
Böyle bir yazı ortalığı karıştırmaya yetiyordu. Üç gün sonra :
"İşte konuşuyorlar :
"- Bu sözleri benim için yazdı. Fakat benden korktuğu için adımı söyleyemiyor.
"- Hayır, senin için değil, benim için yazdı. Senden korkmaz, benden korkar.
"- Hayır, hayır, ikiniz için de değil! Benim için. İş ortada, sizin için olsaydı 'kokain', 'fırıldak' demez, sade 'mistik' derdi. Hem o benden hepinizden çok korkar. Adımı bile ağzına alamaz!
"Hedefinize nasıl ulaştığınızı görüyorsunuz ya! (...) Maksadınız bir ferde 'taş atmak' değil, bütün bir sürüyü bir tip biçimde toplayıp teşhir etmektir.
(...)
"Bilin ki, şimdilik, hiçbiriniz teker teker, adınızla sanınızla yoksunuz benim için. Benim için topunuzu birleştiren bir tek 'BAYMİSTİK' tipi var. Hodri meydan, Bay Mistik!.." (Akşam, 5 Haziran 1936)
İki gün sonra, 7 Haziran 1936 tarihli "Akşam"da çıkan "Bay Mistik'in Kurnazlığı yahut 'Taktik'" başlıklı yazıdan da parçalar okuyalım :
"İçlerinden biri topunun namına söz söyledi. Benim de sözüm topunun firması olan Bay Mistik'edir.
* * *
"Bay Mistik kurnazdır.
"Sahib-it-taktiktir.
"Küfreder. 'Küfür ediyorsun!' der. Müfteridir. İftiraya uğradığını söyler.
"Bay Mistik o kadar kurnazdır ki bu marifeti yüzüne vurulduğu zaman :
"- İspat edin! diye böbürlenir.
"Çünkü Bay Mistik bilir ki, onun küfürbazlığını, müfteriliğini, jurnalcılığını ispat etmek için, şimdiye kadar yaptığı 'polemik'leri teker teker, yeni baştan neşretmek lazımdır. (...)
"Halbuki bu yapılmaya değer bir iş değildir. Hem çok uzun sürer, çok yer tutar, hem de bilineni bir daha bildirmek gibi komik bir şey olur. (...)
"Dedim ya, Bay Mistik kurnazdır.
"Sahib-it-taktiktir.
"İşte yine bu kurnaz Bay Mistik'e 'iftira?!' ediyorum. Diyorum ki :
"Onun kurnazlığı bir fırıldağın kurnazlığı gibidir.
"Bir bakarsınız : hudutsuz mücerret 'hürriyet' taraftarıdır. Sonra döner, 'disiplinli' hürriyetten yana çıkar. (...)
"Bir bakarsınız : 'izm'le biten her çeşit mefhumun düşmanıdır. Sonra döner, bazı 'izm'li mefhumlara bağlanır.
"Babıâli caddesinde Kont de Larok gibi dolaşıp, taktik icabı, haykırır :
"- Var mı bana yan bakan? Biz adamı 'Höt!' diyip kaçırırız! Karşımızda kimse dikiş tutturamaz! (...) Biz biliriz, başkası bilmez... (...) Sosyoloji mi istersin? Buyur!.. Felsefe mi?.. Âlâsı bizde!.. Edebiyat mı? Gel öğretelim!.. Doktorluk, mühendislik, hepsi bizde!.. (...)
"O yine, ister geçen seferki adıyla, ister başka bir isimle, başka bir imzayla göstersin kendini. Biz de elimizden geleni yapmaya çalışır, Bay Mistik'in kurnazlıklarını ve taktiğini incelemeye devam ederiz..."
Gene iki gün sonra, 9 Haziran 1936 tarihli "Akşam"da "Bilanço" başlıklı bir yazı yayımlandı. Karşılıklı söylenenleri sırasıyla özetleyerek, Bay Mistik'in arada bir, "Bu işe polisin müdahalesi hayırlı olur," diye feryat etmesini de anlayışla karşılayan yazar, tatışmayı şöyle bağlıyordu :
"- Bay Mistik, çok kullandığı bir tabirle 'fertiği kırdıktan' sonra, taktik icabı boş bıraktığı meydana tekrar dönerse, bu meydanda yine ana avrat söverek, bin bir dereden su getirip, işine gelmeyen şeyleri anlamamakta inat ederse, 'Ben onu demedim, bunu dedim, benim ispatını istediğim o değil, buydu,' diyerek yaygarayı basarsa, bizim için yapılacak iş : 'Paradi'ye çıkıp profesörün gösterdiği hünerleri seyretmekten ibaret kalacaktık."
Orhan Selim "Akşam" gazetesinde siyasal konulara girmemek koşuluyla yazıyordu. Baştan bunu kendisine açık açık söylemişlerdi. Yazdıklarını temiz Türkçe denemeleri diye niteleyerek güncel yaşam olaylarından söz ediyor, ama fırsatını bulursa araya böyle üstü kapalı bir şeyler sokuşturuyordu. Bu bakımdan yazıları hem gazetede, hem de dışarda yakından izlenmekteydi.
Milletvekili olarak Ankara'da bulunan gazete sahibi Necmettin Sadak arada bir ihbar telefonları alıyordu. Gerçi o böyle şeylere aldırmayan, seçkin bir gazeteci, olgun bir siyasa adamıydı, ayrıca toplumsalcılığı kaçınılmaz bir gerçeklik olarak görüyordu, ama hava gerginleşip bu tür telefonlar sıklaşınca, İstanbul'a gelişlerinden birinde, ilkin gazetesinde çalışan Vâlâ Nureddin Vâ-Nû gibi, Cemal Nadir Güler gibi güvendiği kişilerle konuştu, sonra gazeteye yazı getirdiği bir gün Nâzım Hikmet ile yazıişleri müdürü Enis Tahsin Til'i odasına çağırıp onlara yapılan ihbarlardan söz etti. Orhan Selim'in suçlanan yazılarını birlikte gözden geçirdiler. Hiçbir şey yoktu. Bu arada Nâzım Hikmet yazıları Enis Tahsin Til'in kendisinden daha iyi anımsadığını, büyük bir dikkatle, üstelik de beğenerek okumuş olduğunu gördü. Demek içerden de denetleniyordu, ama büyük bir sevgiyle.
Sorun Orhan Selim'in yazdıklarından değil, arkasında Nâzım Hikmet'in olmasından kaynaklanıyordu. Devletin başındaki insanın, Atatürk'ün de faşizme, nazizme karşı olduğu biliniyordu. Ama bu gerçeğe ses çıkaramayanlar, özellikle solcuların Mussolini'ye, Hitler'e, Franco'ya dil uzatmalarına katlanamıyorlardı.
Değil Nâzım Hikmet gibi komünist olduğunu açık açık söyleyenlere, halktan geldikleri, halkın acılarını yansıttıkları için adı komüniste çıkanlara bile Babıâli'de yer yoktu.
Böyle yazarları işsiz bırakarak nasıl açlıktan öldürdüklerine Kemal Ahmet olayı taze bir örnekti. Orhan Selim'in de her kapıdan geri çevrilmesini, işsiz kalmasını istiyorlardı.
|