|

|
NÂZIM'IN RESSAMLIĞI
Nâzım resim yapmaya annesine özenerek
başlamış olmalı.
Celile Hanımın ressamlığı
varlıklı bir kadının oyalanmak için seçtiği bir hobi
değil, bir tutkuydu. Ressam olmak için evini barkını
dağıtıp Paris'e gittiği söylenirdi.
Kadıköy'de oturduğumuz yıllarda, Nâzım,
annem, ben, arada bir ona giderdik. Odaları yaptığı
tablolarla doluydu. Evi tam anlamıyla bir ressamın eviydi. Resimden
başka bir şey düşünmediği açıktı.
Yalnız yaşıyordu, ama her zaman çok süslüydü.
Güzelliğe vurgun bir insan olarak anılırdı.
Yüzünü aşırı boyadığı için
Nâzım kızar, söylenir,
"Şimdi hepsini silmezsen, çıkıp gidiyorum,"
diye kapıya yönelirdi.
Celile Hanım boyalarını silmeye
yanımızdan ayrılınca, annem, "Nâzım, niye böyle
yapıyorsun, o bir ressam, yüzünü de bir tablo gibi boyuyor, niye
anlamıyorsun!" diye fısıldardı.
Ben de merakla bakınırdım iş nereye
varacak diye...
Nâzım'ın resim yaptığını ilk
Mithat Paşa köşkünde
oturduğumuz yıllarda görmüştüm. Ama bunlar
yağlıboya ya da pastel resimler değildi. Karakalemle mi, ya da
yumuşak bir kurşunkalemle mi, bilmiyorum, evdeki herkesin yandan
kafalarını çizmişti.
Hani eğlence yerlerinde ressamlar vardır, belli
bir para karşılığı resminizi çiziverirler, onlar
gibi...
O gün salondaki şöminenin önüne Adnan Ağabeyin
çizim tahtasını yerleştirerek kendine bir yer yapmış,
biz de sırayla gidip karşısına oturmuştuk.
Bayağı da benzetiyordu.
Vedat Başar, her zaman olduğu gibi işin
gırgırındaydı.
"Nâzım, sen aç kalmazsın," diye
takılıyor, bir panayırda tezgâh açsa günde kaç para
kazanacağını hesaplıyordu.
O çizimlerin yok olup gittiğini sanıyordum.
Yıllar sonra bir gün Maslak'ta Adam
Yayınları'nda otururken, Rasih Nuri İleri'nin üst
katımızda, AnaBritannica'da çalışan oğlu Suphi Nuri
İleri elinde onlardan ikisiyle geldi :
"Bunları babam bir sahafta bulup almış, size
göstermek istedim..."
Vedat Başar ile Leman Teyzemin resimleriydi.
Çok şaşırmıştım... Nasıl
olmuş da bir sahafın eline geçmişlerdi?
Vedat Başar, Fahamet Teyzemin, Fifi'nin kocası.
Leman Teyze ise Fifi'nin çok sevdiği bir arkadaşı, ona da
"teyze" derdim. Kadıköy'deki apartmandayken bizimle otururdu, Mithat
Paşa köşküne de sık sık gelip gece yatısına
kalırdı.
Öteki resimler kim bilir nerede, kimlerdeydi? Nenem, Fifi,
annem, Selma Teyzem, Adnan Ağabey, ben, evde kim varsa, hepimiz
sırayla oturmuştuk Nâzım'ın karşısına.
O günün dışında Nâzım'ı resim
yaparken gördüğümü anımsamıyorum.
Bir de işte kitap okurken kurşunkalemle kapaklara,
kapak içlerine, kenar boşluklara çizimler yapardı. Genellikle gemi,
yelkenli, çiçek, el, göz çizimleri, korkunç suratlar...
Resim yapmaya düşkünlüğü İstanbul
Tevkifhanesi'nde başlayıp çankırı Cezaevi'nde tam
anlamıyla patlak verdi.
Yağlıboya, guvaş, pastel, karakalem...
Cezaevinin içinden
görünümler, mahkûmların, Piraye'nin,
kendisinin portreleri...
Sonra Bursa Cezaevi'nde de arada bir yoğunlaşarak
sürdü.
Sanırım bu onun için dinlendirici,
oyalayıcı bir uğraştı.
"Bugünlerde kendimi bütünüyle resme verdim," deyip
başka her şeyi bıraktığı olurdu.
Balaban'ın yeteneğini sezip gereçlerini ona
armağan ettikten sonra resim yapmadığı söylenir, ama
açlık grevi sırasında üsküdar Paşakapısı
Cezaevi'nde kendisini görmeye gittiğim bir gün, bana akrabası olan
Mehmet Ali Aybar'ı tanımaktan duyduğu mutluluğu
aktarmış,
"Birlikte resim yapıyoruz, o benden daha iyi ressam,"
demişti.
Cezaevinden çıktıktan sonra, Türkiye'de ya da
Sovyetler Birliği'nde resim yapıp yapmadığını
bilmiyorum.
|